4 Şubat 2012 Cumartesi

Aşk’a Önermeler 2



…Aşk’ı bitirdiğini iddia eden kişinin sebepleri ne olabilir ki ? Aşk hiçbir tarifte “bir aksesuar” olarak geçmezken, onu bir küpeyi çıkarır gibi çıkarıp sandığa koymak nasıl mümkün olabilir?                                                          Aşk, insanın binlerce yıllık serüveninin en bilinen, kuralları zamana ve mekana göre değişmeyen, usulü ve uygulaması kesinlikle tespit edilemeyen…en merhametsizi bile dize getiren, en büyük çılgınlıkların uğruna işlendiği  bir fenomenken. Onu tanımlayanlar onu bir büyü bir hastalık bir uçurum ve benzeri felaketlere benzetirken, nasıl oluyor da günümüz Aşıkları (!) onu kalbindeki haznesinden kolayca sökerek bir sandığa kilitleyebiliyor ?
    Bu durumda,
Ya kişi kendisini bu süre zarfınca aşık sanmış ve aşk sandığı bu şeyin hiç de hikayelere, şiirler ve romanlara konu olan o efsunlu duygu olmadığı kanaatine vararak vazgeçmiştir !
    Ya  da gerçekten aşık olmuş ancak yeni medeniyetimizin duygudan arındırılmış “realizm ve bilim” hamlelerinin kölesi haline gelerek kalbini beynine kurban etmiştir ki
Her iki durum da,  “insanlık” kaybetmiş demek değil midir ?

...Aşk biter mi ? yoksa Aşk, tıpkı enerji gibi değişik formlara dönüşerek sonsuza kadar uzaydaki seyrine devam mı eder ? Aşk’ı da bir çeşit Enerji olarak kabul edersek, enerjinin korunumu yasasına göre “enerji kaybolamaz ancak şeklini değiştirebilir” sonucuna varmaz mıyız ? bu durumda…bir birlerini çok seven iki insanın, aniden birbirlerinden nefret etmeye başlamaları daha iyi açıklanmaz mı?

…Aslında sorumuz, Aşk biter mi yoksa bitirilir mi ? şeklinde olması lazım. Zira Aşk kendisi biten bir “şey” olsa…her iki tarafın aynı anda sevmekten vazgeçmeleri gerekir ki bunun asla böyle olmadığını biliriz. O halde Aşk bitirilir ve ya taraflarca değişik bir şekle dönüştürülerek iç dünyalarda yaşatılmaya devam ettirilir…demek lazım değil midir ?

…Aşk öğrenilir mi ? en kutsal güdüsü olan “sevmeyi” deneyimleri ile geliştirebilir mi ? yoksa daha ilk  seferinde eşi benzeri duyulmamış efsanevi bir aşka mazhar olabilir mi insan ?

…Aşk insanı olduğunu söyleyenler, aslında aşkı değil de aşıkının tavır ve davranışlarını kontrol etmek ve idare etmek konusunda uzmanlaşmış olabilirler mi ?

…İnsanın istediği anda Aşk’a son verebilip veremeyeceği konusu epeyce irdelendi. Ancak istediği zaman birisine duyduğu ilgiyi aşka çevirebilip çeviremeyeceği konusu diğerinden   ilginç gibi.
 Birisine sevmek isteyen, sevgisini artırmak isteyen veya artırdığına sevinen “güzele” olan meylinin esiri olarak mı yapar bunu yoksa çoktan aşık olmuştur ve aşk mı bunları ona dikte ettiriyordur ?
    O halde Aşk, kendisine musallat olduğu kişiye geldiğini haber veren, bariz bir iz bir işaret veren bir duygu değildir , kişi kendisini aşık olmaya kurmuyor, Aşk zaten içine girdiği kişiyi şuurunun haberi olmadan çeşitli rastlantı ve oyunlarla (sevdiğine) seveceği kişiye doğru itiyor diyebilir miyiz ?  
    …Aşk, insani melekeler içerisinde en yücesi olmasına karşın,  katillerin, hırsızların, soysuzların ve ahlaksızların dahi çeşmesinden içmelerine neden izin veriyor olabilir ?
Bu durumda Aşkı, elde etmek için diğer “insani duyguların” rahle-i tedrisatından geçmek gerekmiyor diyebilir miyiz ? o halde Tüm aşıklar iyidir ve aşıklara saygı gösterilmeli demek yanlış değil midir…

 O halde Aşk, hangi çamura batarsa batsın saflığından ve temizliğinden bir şey kaybetmiyor diyebilir miyiz ?

27 Ocak 2012 Cuma

Şair Üşümesi


bronşuna it dadanır adamın bu soğukta.
tuuuu desen yere düşmüyor!
Çarşamba'yı olmazsa bile,
Perşembe'yi kesin alır bu sel.
sıcaklık düşüyor, soğukluk düşmüyor.
ve bunu da muhalefet iktidara yüklüyor
muhalefet işte,
kimi bulsa düdüklüyor
oysa dışarısı soğuk!
bayrak direkleri ve heykeller bile üşüyor
ne Celcius ne Fahrenheit
bir kaç deyusla geçiyor koca kış yine.
bilumum öğrenciler, polisler, simitçiler
cilve, kapris hatta fotosentez yapanlar dahi.
kimi görsem ne görsem üşüyor
aşıklar, maşuklar, estetisyenler,
diştaşları, tartarlar, tatarlar dahi...

24 Ocak 2012 Salı

Azra



gözlerimde aralıksız foton yağmuru
ağzım tavanına kadar açık.
Susuzum, dilim, dimağım kupkuru.
-akıl ! -beni bekleme sen çık !

sıcak,
bir serinlik umuyorum oddan, ocaktan
terlemişim ve kurumuşum, her yerim tuz
mutluluk melekleri bana sesleniyor uzaktan,
-ey sefil....sen varsan biz yokuz...

yürüyorum,
bir deniz peydahlanıyor beynimden
suyun sahilden yeni çekildiği sıralar
bir farkı var ama bu Azra’nın yüreğimden
kapanıyor ardımdan kumda bıraktığım yaralar


19 Ocak 2012 Perşembe

Çamurdan Gelen




Kaç kişiyim bilsem, tek bir bedende?
Hangisi suretim, hangisi aslım?
Neden tıkanırım, hep bu nedende?
Bulacak nihayet, kısacık faslım.

Beynimde deveran, vermiyor aman.
Ruhumu tutuyor, arz cazibesi.
Yoruldum desem de, durmuyor zaman.
Nefsimin bitmiyor, boş vazifesi.

Solumak azaptır, beklemek külfet.
Pembedir yine de, yalancı yüzü.
Ölseydim, bitmeden verilen mühlet.
Gülerdi yüzüme, gerçeğin yüzü

Karınca yuvası, kaynıyor içim.
Tutmadığım sözler, tutuyor beni.
Küçücük Cihanda, büyük bir hiçim.
Açtığım kuyular, yutuyor beni.

13 Ocak 2012 Cuma

Delinin Hatıra Defteri ve İçinde Hiç Geçmeyen Üç Silahşorlar





Hep bir kuş kanadında gelip gittin
Bir imkansızlık okudu dudakların
Gözlerimin dilinden…”

Ve gözlerimin İçinde biraz sessizlik var
Biraz, ağlamak yerine uzaklara bakmışlık
Biraz,
 “Biraz” var,
(kirazın olmamışına densin bence)
Ne güzel olurdu değil mi ?

“Bahar geldi yeşeriyor birazlar
Yarimin kulaklarına taksam kirazlar”

Gibi yeni uyaklarımız olsa
Ben dalsam yine bir “şose, dutluk, asfalt “dolmuşuna
Ki ben dalsam dalsam hüzne dalarım,
Hüzün de bir denizdir, hem de Turuncu deniz
Sen ne renk elbise giyersen o renk deniz
Sonra bil bakim…aşık olurum
Herkes oluyorsa ben de olurum
Hem ben iyi aşık olurum
Böyle ezgin, böyle yaşlı, böyle masum olurum

Olmayacak şey değil aslında
Önce ben aşık olurum, ardından sen gelirsin
Yarım bırakıp gelirsin bir masalı
(O yüzden anneleri ölüdür “hansel ile gratelin”)
Masal bu ya, gözlerin de gelirler
Ben oturup gözlerinin karşısına
Buluttan yağmuru ummak kadar doğal bir biçimde
Ummadık şeyler umarım gözlerinden sonra
Mesela bir kent umarım, sırılsıklam
Saçların olsun umarım, seçim konvoyları kadar uzun
(Kovboyları ummam, ama onlar da gelir )
Bir sır umarım bilmem kim bilir
Kalbine kaç kulaç iple inilir…?

Demedim ya,
Önce kuşlar gelmişti,
Çiçek renginde kuşlar
İşte o kuşlar kadar sen gelmiştin
Ortalık dağınıktı, Bu aşka yeni taşınmıştım
Bir yıllık kaparosunu ödemiş
Yeniden dayayıp döşemiştim
Begonviller ekmiştim balkonuna
Karanfiller saksılar eski pikaplar almıştım…
Sen gelmiştin,
Ve sendin gördüklerin
Kulaklarının bu kadar güzel olduğunu ilk kez görüyordun
“kulaklarım” diyordun ne güzelmiş
Gözlerim diyordun,
-Bunlar mı ? diyordun istediklerin
-Al, diyordun atıyordun yüzüme

gözlerin diyordum…
biraz daha kalsana…

kalmıyordun biraz daha
sonra, evim başıma yıkılıyordu
kaparom yanıyor, begonviller soluyor
karanfiller, saksılar ve pikaplar seni çalıyordu
(taş pikaplar, toş pikaplar, tuş pikaplar)
evim başıma yıkılyordu
sen bir iç rüyadan bizim rüyayı izliyordun
sürükleniyorduk,
nükleer, tusunmai ve deprem yemiş japonya vatandaşı kadar felaketzede oluyorduk
Ve sizin rüyaya iltica ediyorduk
(bu siz biz olayı nerden çıktı bende anlamadım)
Sizin rüya, demokratik bir ülkeydi
Demokratikti ama demoydu
Tam sürümü alacak gücü yokmuştu devletinizin
Ben kalbimi bozduruyordum
Ödüyordum, üstün bana kalıyordu
Sonra üstünü alıp, üstüne de beni ekleyip
İkimizden bir uçurtma yapıyordum
İpini de kiraz ağacına bağlıyordum

“yüreğim bir uçurtma
İster uçurt, ister uçurtma”

11 Ocak 2012 Çarşamba


Fiyatı  : 10 TL
Yıllık Abone:
İl İçi (Gümüşhane)     : 30 TL
İl Dışı  : 40 TL

Banka Hesap No:
0246 29070489-5003
Ziraat Bankası Gümüşhane Şubesi

Lütfen ödeme yaptıktan sonra dekont numarasını herfene@herfene.com Adınız Soyadınız ve adresine açık adresinizle birlikte e-mail atınız

9 Ocak 2012 Pazartesi

Aşk’a Önermeler...



...Her Aşk, bir öncekinin Aşk olmadığını öğretir insana... Gerçek aşkı bulmak için kaç tane eskitmek gerekir?

..."Her Aşk" derken yanılıyor olabilir miyim acaba… Acaba aşk bir tane de. Her gelişinde kılık mı değiştiriyor?

…O halde... Aşk görünmek için sevgililerin bedenini kullanan bir varlıksa... Biz aşka mı aşığız. Yoksa?
…Âşık, sevgilisini; sevgilisinin kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğine inanırken buna üzülmeli mi? Sevinmeli mi?
…İstediği zaman âşık olup, istediği zaman unutabileceğini söyleyen insanlar… Aşk’a hükmetmeyi öğrenmiş “aşkı-aşmış” insanlar mıdır, yoksa Onun ne olduğunu bilmeyen zavallılar mı?
…Aşk’tan nefret edilir mi? Eğer bu mümkünse, nefret eden kişinin Aşk’tan ondan nefret edecek kadar büyük bir zarar görmüş olması gerekmez mi? Aşktan zarar görmenin tek şartının âşık olmak olduğunu düşünürsek, Aşktan nefret eden kişinin nefret ettiği süre boyunca hala âşık olması gerekmez mi?
…Bir kimse, Aşk halinin kendisinde bulunmasından Muzdarip ve bu hâl dünyasını zindan, sağlığını tehdit, şuuruna da kastediyor, sıradan insanlar gibi yaşamasına engel oluyorsa.  Aşk için güzel bir şey diyebilir miyiz, bilakis bu sıfatlar ancak çetin bir hastalığın belirtileri değil midir?
… Aşk gerçekten iki kişilik midir? Erosun sadağındaki bütün okları kendi bağrına saplayıp… Maşukunun haberi olmadan dünyasını zindana çeviren âşıklar,  bu mağduriyetlerinden dolayı karşı taraftan bir hak iddia edebilirler mi? Bu durumdan, “Maşuk’un sevmesi zorunlu değildir”  diye bir önerme çıkarılabilir mi?
…Aşk’ın dereceleri mi vardır? Yani Mecnun’un aşkı gerçekten mi en büyük olandı, yoksa Mecnun bu rolü en iyi oynayan (dışavurum yeteneği en iyi olan) mıydı? Peki, eğer öyleyse, sevgisini sergileyemeyen âşıklar neyi sorumlu tutmalıdır bu durumdan?
…Aşk ile zekâ arasında nasıl bir ilişki vardır? Aşkın şiddetini duyumsayıp ona mukabele etmek zekâ işi olmalı değil midir? Ki  “mecnun” kelimesinin “deli” demek olduğunu düşünürsek, Aşk kendi mevcudiyetini böylesine çarpıcı bir ironi ile ilan etmekle “düşünsel duyumsamalarla” dalga geçmekte değil midir?  Bunların da yekününün deli işi olmadığını bile bile…
“O halde aşk, kendisini bir kalıba koydurtmamak için aklı en büyük silah olarak kullanırken… Kendisi neden musallat olduklarını mecnunlaştırmak için uğraşır?”

18/10/2010
Fahrettin Köseoğlu 



2 Ocak 2012 Pazartesi

Geldin Amma :)





En sonunda geldin, ölmedim amma.
Azrail kapımda, kaldı da gitti.
Halime bakıp ta, yetiştim sanma.
Azıcık ucundan, aldı da gitti.

Duramadın! Deme, Üç Beş gün daha.
Yalnızlık hakkaten, mahsus Allah’a
Eşikten ötesi, mayınlı saha.
Kaç gecem enkaza, daldı da gitti.

Sersefil halimle, kocaman evde.
Cüce de bizdeydi, tek gözlü Dev'de.
Mutluluk tatilde, heyecan grevde.
Saadet Gül gibi soldu da gitti.

O Nemrut komşu mu, aklını baydı?
İnan ki aşkından, düzenim kaydı.
Bir yosmayla gezmem, sanma hataydı.
Hidayet'i bende, buldu da gitti.

Pavyon'a dönmüş müş, evimiz güya.
İftira edende, yok mu hiç hayâ?
Geçende bir dostu çağırdım Çay'a.
İki, Üç türkücük, çaldı da gitti.

Ne haller çektiğim, herkese ayan.
Benimkisi bakma, gereksiz beyan.
İçeri aldı dedikleri bayan,
İnan ki kapıyı, çaldı da gitti.

30 Aralık 2011 Cuma

“Mevla’m kanat vermiş uçamıyorsun”





....Sürekli bir üzüntü ve asık yüzleriyle kaldırımlar kalabalıklarla dolup taşıyor. Otobüslerde, arabalarda, sokaklarda, evlerde, okullarda…pimleri ellerinde, patlamaya hazır birer bomba gibi binlerce insan.
Filmlerde izleye geldiğimiz insanlığı tehdit eden virüslerden biri sessiz sedasız hepimizi etkisi altına almış ve öfke nöbetleri ile nefret hislerimizin sınırlarını zorlatıyor gibi bir hal. Asla kendimize kondurmasak da, ruhları gasp edilmiş, beyinleri emilmiş, günün hangi saatinde ne yapacağı çok önceden programlanmış. Gün ışığından, gülmekten, düşünmekten ve sevmekten Veba’dan kaçar gibi kaçan birer ....Zombiye dönüştüğümüz apaçık ortada. Kral Çıplağın ötesinde…
Bu sessiz ve sıradan hayatımızı yaşarken Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunun farkındayız aslında. “Böyle olmamalıydı” diyen vicdanımız gece gündüz kasıp kavururken ruhumuzu. Bir yandan Hiçbir şeye aldırmaksızın Zaman sürekli daha çok buruşturuyor tenlerimizi. Hazırladığımız sonsuz mutluluğu yaşayacak kıvama geldiğimizde ise vücutlarımızın ona ayak uyduramayacak olma tehlikesi ve şüphesi bizden her daim daha diri..
....Oysa her şey daha güzel olmalı…her iş daha yoluna gitmeliydi. Bir ömür uğraşıp didindikten sonra, huzur vermeliydi tırnaklarımızla kazıya kazıya kurduğumuz bu düzen. Mutlu etmeli ve dupduru dingin bir hayat sunmalıydı bize. Derince koltuklarımızın içine gömülüp, dev ekranlarımızdan dünyayı adım adım takip ettiğimizde. Çocuklarımızı istediğimiz okullara yazdırıp her türlü gereksinimlerini tedarik ettiğimizde. Gelecekle ilgili birtakım yatırım planları yapıp kenara bir şeyler atmaya başladığımızda. Arabamızı her yönden gelecek olası tehlikelere karşı korunan yenisi ile değiştirdiğimizde, Dinecekti içimizdeki o korkunç “eksiklik” hissi.
....Eksikti ! Bir şeyler.
Tamam olmayan her şey nasıl eksikse, Bizlerde tamam değil ve eksiktik. Hepimiz Ruhumuzdaki boş yuvayı fark ediyor ancak oraya yerleşmesi gereken eksik parçanın ne olduğunu bilmiyor ya da bilmezden geliyorduk. Bununla yüzleşmekten korkuyor, araya sürekli yapay engeller sokuyorduk. Aklımızla Kalbimizin işbirliği yapmasından ürküyorduk. Kalbimizin tam ortasında ki bir kuyuyu örtbas etmeye görmezlikten gelmeye çalışıyorduk. Sağdan soldan duyduğumuz dogmatik ve bilimsel açıklamalar kıyıda köşede okuduğumuz birkaç etkili söz ve yazılarla yetinip, ilerisindeki girdaba düşmekten sakınıyorduk. Dünyanın sonuna kadar yürüyüp aşağı düşmekten korkan o ortaçağ insanından daha cahildik ki ! bizler değil fiili bir ziyandan, fikrimizi bile zarara sokmaktan korkuyorduk. Akıl kendinden korkuyor, korku akla galebe çalıyordu…Akıl’a aklı ermeyen insan onu putlaştırarak kurtuluyordu güya gazabından…
....Neydi eksik olan ?
Uçsuz bucaksız bir evrenin tam kalbinde, sayılar ve sınırlar ve bilinen her şeyle dalga geçen bir sistemin en büyük muhatabı hatta ev sahibi olan İnsan, Olabilecek en mükemmel forma sokulup “kariyer” yapmak için mi gönderilmişti Dünya’ya ? Ya da milyarlarca yıllık Evrimin gözbebeği nihayet kendini yok etmek konusunda mı uzmanlaşacaktı ? Neresinden bakılırsa bakılsın. Kabul ettiğimiz ve bildiğimiz doğrularla çelişen bir durum vardı ortada. Gücünün farkında olmayan İnsan. Kendisine dikte ettirilen cüce görevler ve zirvelere odaklanıp, Güneşin evini bulmaya zorlanıyordu.
....“Biz insanı en güzel biçimde yarattık (Tin/4). Diyen Yüce Allah c.c ‘ın bu Ayetinin ışığında, Nesimi Çimen’in “Mevla’m Kanat vermiş uçamıyorsun” şeklindeki sözü nü yorumladığımızda ortaya çıkan anlam aslında her şeyi özetliyor gibi. İnsan, uzun yolculuğu boyunca arayıp durduğu sözüm ona sır ! bu kısa söylemde gizli. Allah’ın Yaratma sanatının en güzel tecellisi olan insanın yeteneklerinin nelerle sınırlı olduğunu düşünmeye başladığımızda ise aklımız ve hayal gücümüz kendi sınırlarına dayanıp mantık kalesinin kapısını paramparça ediyor. Ki tarih boyunca bu sınırı zorlayan bir çok isim olmuştur.
....Mevlam kanat vermiş uçamıyoruz !
Dünya üzerinde var olan hemen hemen bütün inanç sistemlerinin ve felsefi akımların ana kaynakları veya sözüm ona manifestolarına bakıldığında, karşımıza bir “zirve insan” modeli çıkacaktır. Nietcshe’nin “Übermensch’inden” tutun da İslam’ın “Kamil İnsan’ına” kadar bulabileceğiniz yüzlerce örneği vardır. Her inanış, kendi sadıklarına o zirveyi vaat etmekle birlikte, her birinde ki “Zirve İnsan’ın” nitelikleri ve yöntemleri farklıdır.
....Vücut olarak kusursuz bir formda doğan insan, ham bir ahlakla dünyaya gelmektedir. Bedeni zaman içinde programlandığı evreleri teker teker geride bırakırken, ruhun eğitimi bir otomatiğe bağlanmamış olup tamamı ile işlenebilir bir vaziyette toplum içerisine atılmaktadır. Tabiatı itibarı ile güzele ve iyiye meyilli olan insan, Bilimin ve İlmin sınırsız bahçesine adımını attığı andan itibaren, bu bahçenin meyvelerinin ne kadarından faydalanabileceği konusunda bilinen bir sınır olmamakla birlikte, üstadın deyimi ile “yandıkça gelişen tılsımlı kütük” tarifi ile açıklanabilir bir hal içinde bulur kendini.
....Düşünebilmeyi düşünmekle başladığını sandığım sihirli bir sürecin dibinde İnsan. Işık sarayının merdivenlerini bir bir çıkmaya başladığında. Huzurun ve dinginliğin kaynağına yaklaştıkça, pırıl pırıl akan kristal bir nehrin sularının söylediği ezgilerle kendinden geçip sarhoş olması. O söyleyenlerin bilmediği, bilenlerinse söylemediği diyarlarda boyutlar ötesi yolculuklar yapması herhalde imkansız olmasa gerek. Gücünün zirvesine her ulaştığını sandığında bulunduğu yerin tavan değil taban olduğunu anlaması, tavanlarla tabanların birbirine karıştığı, boyutlardan boyutlara hallerden hallere girdikçe içle dışın bir olup her şeyin berrak bir sükuna büründüğü bir zeminde ayaklarını yerde sımsıkı hissetmesi. Var olmanın gerçek dayanılmaz hafifliği olsa gerek.
....Eşya’nın hakikat sınırlarında dolaşan insan, artık neyin ne olduğunu anlamış ve ne yapılması gerektiği konusunda kesin bir fikir sahibi olmuştur. Artık kaldırımlar üzerinde birbirine karışmış telaş içerisindeki diğer insanlardan farklıdır. Başına gelebilecek en kötü şeylerin bile onu ancak güldüreceği bir hal içinde yürürken, diğer insanlara baktıkça dudaklarından dökülecek sözler
“Mevla’m kanat vermiş uçamıyorsunuz” olsa gerek


Fahrettin KÖSEOĞLU
12/11/2011

29 Aralık 2011 Perşembe

Durdum


Bir eylem niteliği taşısın diye durmak
Ve anlamlansın diye gidişin”

Önce sen vardın
Çağırdın içime geldim
Bir An’ın içine saklanıp
Bin yıl durdum
Sonra her şey başladı bilirsin
Her şey başladığında
…ben de durdum

Şimdi susuyor, izliyorsun kendimi
Belki üzgün belki değilim burada
Belki, belki’yi iki kez söylemekle olur
Belki olmaz “unutmak şıp diye”
Sen bir akşam, yağmuru hapsedip şemsiyelerine
Kaçırırken gözlerini özgür,
…durdum

Belki “bir adam” sevecektin sıradan
Belki, bakıp gidecektin
İzdüşümüne yüreğinin bir yabancı yürekte
Gözlerin olmasa olurdu ya
Her şeyi onlar başlattı,
Ve her şey başladığında
…durdum

Anlamak zor değil seni
Bunu anlamak zor,
Sen küçük küçücük kadını şehrin
Ne tatlıdır çözülünce dillerin
Buğusunda sesinin gizlidir her şey
Ve her şey başladığında
…durdum

Yalancı demekle seni,
Sevmekle olacak iş değil
Acırsa ellerin acısın, gözlerin acımasın
Giderken bari, sesten hızlı buzdan soğuk
Düğmeye basta başlasın her şey
Her şey başladığında
…dururum

“Bir eylem niteliği taşısın diye durmak
Ve anlamlansın diye gidişin”

İçimde Kelkit



İçimde bir hasret var, içimde bir gelgit.
İçimde, söz dinlemez bir hayalsin Kelkit.

İsminle, zaman erir, taş erir, su erir,
Ey, babamı kalbinde saklayan şu şehir

Körelmiş bu ruhuma, vuslattır cemâlin.
Cenup’una öleni, diriltir Şimal'in.

Bir dağın omuzundan sana baksam, durup.
Kızıl tarlalarında, yıkanırken gurup.

Bereket, toprağının ikinci adıdır.
Her tohumun, rahmine düşmek muradıdır

Âb-ı Hayat peşinde, geçenler kıyından
Durup bir tas içse ya, o billûr suyundan

Sen ki, Şems'in üstüne titrediği yersin
Kışlardan usanırsan, baharlar giyersin

Ay üstünü örterken, mehtap çarşafıyla
Seyrine dizilirler, melekler safıyla

Sereserpe uyurken, dümdüz yatağında.
Çiçek kokan dağların, yıldız atağında.

Emsalsiz güzellikte bir Allah yapısı
Sen, Gümüşten hanenin, Altın'dan kapısı.

Kucağında doğduğum, beşiğim, yurdumsun.
Ne umarsa umudum, bırak senden umsun.

Bağrında kim yaşarsa, ömrünce bahtiyar.
Ah senin ellerinde, olaydım ihtiyar.

İçimde bir hasret var, içimde bir gelgit.
İçimde söz dinlemez bir hayalsin Kelkit.


21.08.2009

Ben, kendim ve hiç

ben ki acıya malik, hüzne hissedar olmuşum
içimden, kendimi çıkarıp seninle dolmuşum

Gözlerimi hiç görmedim.
bakamadım yüzüme daha bir yabancı gibi
Aynalar girdiler araya hep
Aynalar ki, “yalan”dan türerler….

Soluk ve silik yaşamımı sürüklerken
Her yerden uzak ve her yere uzak bu şehirde
Bir sıcak gülüşünle çıkageldin, hatırlar mısın
Ben yaşlanmaktan korkar,
Kendimden ürkerdim, değiştikçe aynalar
Sen gençtin, güzeldin, dudaklarındın…
Cıvıl cıvıl bir kelimeydin, bulamadığım

Ben bir çift söylenmemiş söz bulup takmak için saçlarına
Uzayıp bu giden siyah mı desem kara mı ?
Ah çekip, eğerek boynumu dilenciler misali
Ne istedim ki bilmem gözlerinden, vermiyorlar bana

Dedim ya,
Yüzüme hiç bakmadım daha,
Senin gözlerine bakar gibi
Ki bu “sen” anonimdir…
Ve senin yerine kullanılır şiirlerde.

Bilmiyorum, beklemekti belki seni
Bu romantik orta yaş krizinin ön koltuğunda
Yağmurun terse yağdığı, kar karanlık yollarda.
Direnmekti belki, hep yanında getirdiğin gözlerine…
Bu yıkım, bu susuzluk bu harfsizlik içinde
Bütün duyulardan sıyrılıp arınmak
Bir aşk’ı daha gidişinden tanımaktı sevmek…

Ne mümkün,
Sen öyle inci, boncuk.
takım yıldızlarını takıp peşine
havayı suyu ve toprağı mühürleyip dudaklarınla
şeytanla meleği iç içe koyup…
ne mümkün, bir an olsun ayırmak gözlerimi gözlerinden
ki o gözlerin, hep seninle gelirler…

susma,
ey varlığını yokluğundan anladığım
yalnızlığa yalnız yürünmez bilesin

Köyüm Uykuda





Ezan vakti serinden bir yel eser
Üşür ellerim baba, yüreğim üşür
Upuzun kavaklar yolumu keser
Her biri bir hatıraya dönüşür


Taş köprü üstünde yünler yıkanır
Su yürür toprağa, bağa, fidana
Yürüdüğüm baba, yollar tıkanır
Dilimde türküler, döner figana

Kar yağar kıranın bükük boynuna
Bahçeler dolusu sararmış yaprak
Bacalar dertlice tüter boyuna
Höllükten mezara döner şu toprak

Gurbetin kör gözü gözüme bakar
Analar, yaralı kuşlar gibidir
Bu dere güzleri bulanık akar
Ayrılık bembeyaz kışlar gibidir

Köyüm uykuda, kaygılar besliyor
Köyüm vurulmuş bir düşman gibidir
Kulak ver kuzular bizi sesliyor
Köyüm kaldığına pişman gibidir

Durup Dururken ayrılık acısı…


Nasıl oldu aniden her şey yıkıldı
Bir karanlık aldı gitti gözlerimizi
Nasıl oldu öldük,
Kanlar içinde bir dünya
….dönüyor

Akşam yağmura yürüyecektik
Pek çok hayaller, irili ufaklı
Işıklar, edisondan beri mahzun  
Şemsiye satıcılarına bakınacaktın, şirince
Şemsiye satıcıları, neden şemsiye kullanmaz?
Herkesin başına bir yağmur
…yağıyor

-Dilenciler bile çağa ayak uydurdu;
Diye bir konuşma yapacak,
Olanca gözlerimle bakacaktım,
gözlerinin falına,
Hazırdık, asılmaya
…dudaklarımızdan

Nasıl oldu, incittim seni
Binlerce sebep varken sevmek için
Nasıl oldu, dik dik yürüyüp gittin
Topuğun, tokan ve tombul yanaklarınla
Peşin sıra Hayat
…sürüklendi

28 Eylül 2007 Cuma

Azra

gözlerimde aralıksız foton yağmuru
ağzım tavanına kadar açık.
Susuzum, dilim, dimağım kupkuru.
-akıl ! -beni bekleme sen çık !

sıcak,
bir serinlik umuyorum oddan, ocaktan
terlemişim ve kurumuşum, her yerim tuz
mutluluk melekleri bana sesleniyor uzaktan,
-ey sefil....sen varsan biz yokuz...

yürüyorum,
bir deniz peydahlanıyor beynimden
suyun sahilden yeni çekildiği sıralar
bir farkı var ama bu Azra’nın yüreğimden
kapanıyor ardımdan kumda bıraktığım yaralar

30 Haziran 2007 Cumartesi

Çocuklarıma Vasiyet


Beşikten kalktınsa, tabuta yürü.
Şu Ömür, kısa bir fasıldır oğul.
Bu kısa zamanda Mâbut'a yürü.
Tek amaç "Allah'a Vasıl" dır oğul.

Zannetme Cennet'tir bahçeler, güller.
Bilirsen, dikendir atlaslar, tüller
Adem'den buyana kanar gönüller
Şaşarsın bu işe, nasıldır oğul.

Bir düşman ararsan, aynaya bakın
Takvim'e inanma, Saat'ten sakın
Yakınlar uzaktır, uzaklar yakın
Her şey bir Yalan'dan hâsıldır oğul.

İlim'dir gerçekte, insanın aşı.
Midenin boşunu, şerefle taşı.
Utanma, akarsa gözünün yaşı.
Bizlerde ağlamak usuldür oğul.

Servete tutunma, kardeşe tutun
Sıhhatle alırsın dünyayı satın
Evlatlar yetiştir imanı bütün
Mirasın makbulü "Nesil" dir oğul

Aslını unutan haramzadedir.
Baba Yurdun Kelkit, Gümüşhane'dir
Köyümüz yekpare üçyüz hanedir.
Adamı fakir ve âsildir oğul

Gün olur, dönerim ben de misale
Ümit ki ererim elbet visale
Sözlerim sizlere olsun risâle
Dünya’da bir "Ölüm" asıldır oğul

Ardımdan okuyun ilâhi kelam,
Bayramdan bayrama bir iki selam
Şimdiden aleyna aleykümselam
Gerisi bildiğin masaldır oğul.

Benim



Bir ölçü arayıp durmuşum boşa.
Çok olan da benim, hiç yok ta benim.
Sonuna vardıkça, dönmüşüm başa.
Evrene sığmayan, o nokta benim.

Yılların ezdiği, Ömrün yediği,
Görücü körlerin mesut bildiği,
Alem-i ervahın buyur dediği,
Mezardan bihaber, o mevta benim.

Civar Hüzünler

komşuyum civar hüzünlere.
aniden susan, aniden yalan
bir açlık hissi gibi karnımda duran
karım gibidirler...

yağmur gibi sıcak toprağa düşünce
bir düşünce peydahlanır içimde
biçare çaresizlikler biçiminde
spiral gibi sarılınca beyne yokluk
visale ermiş misaller gibi
kopararak gökten yeşil bir hayali
civar hüzünler gibi olsun isterim bende
aynanın yüzümdeki hali....

25 Haziran 2007 Pazartesi

Boşu Boşuna


Oturup düşünsem şöyle yılları,
Ağlamış, gülmüşüm, boşu boşuna.
Bir yere çıkarlar sanıp yolları,
Gelmişim, gitmişim boşu boşuna.

Yarın'lar besledim, Dün'e dönüştü.
Görmeğe korktuğum Gün'e dönüştü.
Gündüzler karardı, Tün'e dönüştü.
Kalkmışım, yatmışım, boşu boşuna.

Savaşıp kendimle, etmeden hazâr.
Sermayem ömürmüş kılmadan nazâr.
Yalancı dünyayı bilmişim pazâr,
Almışım, satmışım, boşu boşuna.