30 Aralık 2011 Cuma

“Mevla’m kanat vermiş uçamıyorsun”





....Sürekli bir üzüntü ve asık yüzleriyle kaldırımlar kalabalıklarla dolup taşıyor. Otobüslerde, arabalarda, sokaklarda, evlerde, okullarda…pimleri ellerinde, patlamaya hazır birer bomba gibi binlerce insan.
Filmlerde izleye geldiğimiz insanlığı tehdit eden virüslerden biri sessiz sedasız hepimizi etkisi altına almış ve öfke nöbetleri ile nefret hislerimizin sınırlarını zorlatıyor gibi bir hal. Asla kendimize kondurmasak da, ruhları gasp edilmiş, beyinleri emilmiş, günün hangi saatinde ne yapacağı çok önceden programlanmış. Gün ışığından, gülmekten, düşünmekten ve sevmekten Veba’dan kaçar gibi kaçan birer ....Zombiye dönüştüğümüz apaçık ortada. Kral Çıplağın ötesinde…
Bu sessiz ve sıradan hayatımızı yaşarken Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunun farkındayız aslında. “Böyle olmamalıydı” diyen vicdanımız gece gündüz kasıp kavururken ruhumuzu. Bir yandan Hiçbir şeye aldırmaksızın Zaman sürekli daha çok buruşturuyor tenlerimizi. Hazırladığımız sonsuz mutluluğu yaşayacak kıvama geldiğimizde ise vücutlarımızın ona ayak uyduramayacak olma tehlikesi ve şüphesi bizden her daim daha diri..
....Oysa her şey daha güzel olmalı…her iş daha yoluna gitmeliydi. Bir ömür uğraşıp didindikten sonra, huzur vermeliydi tırnaklarımızla kazıya kazıya kurduğumuz bu düzen. Mutlu etmeli ve dupduru dingin bir hayat sunmalıydı bize. Derince koltuklarımızın içine gömülüp, dev ekranlarımızdan dünyayı adım adım takip ettiğimizde. Çocuklarımızı istediğimiz okullara yazdırıp her türlü gereksinimlerini tedarik ettiğimizde. Gelecekle ilgili birtakım yatırım planları yapıp kenara bir şeyler atmaya başladığımızda. Arabamızı her yönden gelecek olası tehlikelere karşı korunan yenisi ile değiştirdiğimizde, Dinecekti içimizdeki o korkunç “eksiklik” hissi.
....Eksikti ! Bir şeyler.
Tamam olmayan her şey nasıl eksikse, Bizlerde tamam değil ve eksiktik. Hepimiz Ruhumuzdaki boş yuvayı fark ediyor ancak oraya yerleşmesi gereken eksik parçanın ne olduğunu bilmiyor ya da bilmezden geliyorduk. Bununla yüzleşmekten korkuyor, araya sürekli yapay engeller sokuyorduk. Aklımızla Kalbimizin işbirliği yapmasından ürküyorduk. Kalbimizin tam ortasında ki bir kuyuyu örtbas etmeye görmezlikten gelmeye çalışıyorduk. Sağdan soldan duyduğumuz dogmatik ve bilimsel açıklamalar kıyıda köşede okuduğumuz birkaç etkili söz ve yazılarla yetinip, ilerisindeki girdaba düşmekten sakınıyorduk. Dünyanın sonuna kadar yürüyüp aşağı düşmekten korkan o ortaçağ insanından daha cahildik ki ! bizler değil fiili bir ziyandan, fikrimizi bile zarara sokmaktan korkuyorduk. Akıl kendinden korkuyor, korku akla galebe çalıyordu…Akıl’a aklı ermeyen insan onu putlaştırarak kurtuluyordu güya gazabından…
....Neydi eksik olan ?
Uçsuz bucaksız bir evrenin tam kalbinde, sayılar ve sınırlar ve bilinen her şeyle dalga geçen bir sistemin en büyük muhatabı hatta ev sahibi olan İnsan, Olabilecek en mükemmel forma sokulup “kariyer” yapmak için mi gönderilmişti Dünya’ya ? Ya da milyarlarca yıllık Evrimin gözbebeği nihayet kendini yok etmek konusunda mı uzmanlaşacaktı ? Neresinden bakılırsa bakılsın. Kabul ettiğimiz ve bildiğimiz doğrularla çelişen bir durum vardı ortada. Gücünün farkında olmayan İnsan. Kendisine dikte ettirilen cüce görevler ve zirvelere odaklanıp, Güneşin evini bulmaya zorlanıyordu.
....“Biz insanı en güzel biçimde yarattık (Tin/4). Diyen Yüce Allah c.c ‘ın bu Ayetinin ışığında, Nesimi Çimen’in “Mevla’m Kanat vermiş uçamıyorsun” şeklindeki sözü nü yorumladığımızda ortaya çıkan anlam aslında her şeyi özetliyor gibi. İnsan, uzun yolculuğu boyunca arayıp durduğu sözüm ona sır ! bu kısa söylemde gizli. Allah’ın Yaratma sanatının en güzel tecellisi olan insanın yeteneklerinin nelerle sınırlı olduğunu düşünmeye başladığımızda ise aklımız ve hayal gücümüz kendi sınırlarına dayanıp mantık kalesinin kapısını paramparça ediyor. Ki tarih boyunca bu sınırı zorlayan bir çok isim olmuştur.
....Mevlam kanat vermiş uçamıyoruz !
Dünya üzerinde var olan hemen hemen bütün inanç sistemlerinin ve felsefi akımların ana kaynakları veya sözüm ona manifestolarına bakıldığında, karşımıza bir “zirve insan” modeli çıkacaktır. Nietcshe’nin “Übermensch’inden” tutun da İslam’ın “Kamil İnsan’ına” kadar bulabileceğiniz yüzlerce örneği vardır. Her inanış, kendi sadıklarına o zirveyi vaat etmekle birlikte, her birinde ki “Zirve İnsan’ın” nitelikleri ve yöntemleri farklıdır.
....Vücut olarak kusursuz bir formda doğan insan, ham bir ahlakla dünyaya gelmektedir. Bedeni zaman içinde programlandığı evreleri teker teker geride bırakırken, ruhun eğitimi bir otomatiğe bağlanmamış olup tamamı ile işlenebilir bir vaziyette toplum içerisine atılmaktadır. Tabiatı itibarı ile güzele ve iyiye meyilli olan insan, Bilimin ve İlmin sınırsız bahçesine adımını attığı andan itibaren, bu bahçenin meyvelerinin ne kadarından faydalanabileceği konusunda bilinen bir sınır olmamakla birlikte, üstadın deyimi ile “yandıkça gelişen tılsımlı kütük” tarifi ile açıklanabilir bir hal içinde bulur kendini.
....Düşünebilmeyi düşünmekle başladığını sandığım sihirli bir sürecin dibinde İnsan. Işık sarayının merdivenlerini bir bir çıkmaya başladığında. Huzurun ve dinginliğin kaynağına yaklaştıkça, pırıl pırıl akan kristal bir nehrin sularının söylediği ezgilerle kendinden geçip sarhoş olması. O söyleyenlerin bilmediği, bilenlerinse söylemediği diyarlarda boyutlar ötesi yolculuklar yapması herhalde imkansız olmasa gerek. Gücünün zirvesine her ulaştığını sandığında bulunduğu yerin tavan değil taban olduğunu anlaması, tavanlarla tabanların birbirine karıştığı, boyutlardan boyutlara hallerden hallere girdikçe içle dışın bir olup her şeyin berrak bir sükuna büründüğü bir zeminde ayaklarını yerde sımsıkı hissetmesi. Var olmanın gerçek dayanılmaz hafifliği olsa gerek.
....Eşya’nın hakikat sınırlarında dolaşan insan, artık neyin ne olduğunu anlamış ve ne yapılması gerektiği konusunda kesin bir fikir sahibi olmuştur. Artık kaldırımlar üzerinde birbirine karışmış telaş içerisindeki diğer insanlardan farklıdır. Başına gelebilecek en kötü şeylerin bile onu ancak güldüreceği bir hal içinde yürürken, diğer insanlara baktıkça dudaklarından dökülecek sözler
“Mevla’m kanat vermiş uçamıyorsunuz” olsa gerek


Fahrettin KÖSEOĞLU
12/11/2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder